Eylül… İyi bir ay değil söyleyeyim

  • 4 Ekim, 2015
  • Yorum yapılmamış
  • Yazar: Özlem Gürses

Hele 45’inde bir kadınsan… Geçtiğimiz sene bir seminerde dinlediğim 75 yaşlarında bir konuşmacı sahneden inerken şu soruyu sordu bütün salona;  “Bir hayat var elinizde, söyleyin bakalım şimdi, ne yapacaksınız onunla?”

Bu soruyu ilk kez 20’li yaşlarımda sormuştum kendime, çok geç bence. Ama bu ülkede böyle, hele de kız çocuklar için daha da fazla, hep “birilerinin size uygun gördüklerini” yaşamak zorundasınız. Ne istiyorsun evladım, ne hissediyorsun diye soran pek çıkmaz.

Bugün hiç dönmek istemeyeceğim yaşlar onlar, 16 – 27 arası. Okullar, sınavlar, saçmasapan aşklar, iş hayatında yolunu bulamamalar, ilk evlilik, ilk boşanma. Fena.

Derken hayat kendiliğinden akmaya başladı. İş güç, tekrar evlilik, annelik… Bir kadının Türkiye’de uğrayacağı kaçınılmaz duraktan geçerek elbette; depresyon.

Küçük bir kızken hep 40 yaşında olmak isterdim, nedenini hatırlamıyorum ama sanırım annem kırklarında olduğu için. Çok güzeldi, hâlâ öyle. Hep çalışan bir kadın oldu, çok güçlüydü. Hâlâ da öyle! Sanki 40 yaşında olsam ben de çok güzel, çok güçlü, çok akıllı, çok başarılı ama en önemlisi çok özgür olacaktım.

40. yaşıma girdiğimi fark etmedim bile, o kadar hızlı oldu. Meğer asıl sürpriz 43’teymiş ! Oğlum büyümüştü, bana artık daha az ihtiyacı vardı, evin düzeni tıkır tıkır işliyordu, iş desen gazetecilik bu ülkede hep krizde, aile büyükleri de kendi hayatlarıyla meşgul. Evdeki kedi bile kendi kendine takılıyordu.

Eee, bir hayat var elimizde, ne yapacağız onunla?

Bir hayatla çok şey yapılabilir elbette; ziyan edebilirsiniz mesela, ya da tamamen başkalarına adayabilirsiniz. İkisi de bana göre değil. Bunu 43 yaşında anladım. Yine geç, biliyorum!

Şimdi bir yolun başında öyle duruyorum… düşünüyorum… hissediyorum… deli gibi korkuyorum… aklım çıkıyor endişeden… sonra bir rüzgar esiyor, yağmur yağıyor, güneş açıyor, bir şey oluyor… açıyorum gönlümü… bir hayat var elimde.

Eylül… demiştim, iyi bir ay değil. Allahtan bitti! Neyse. Tanışmış olduk; Özlem ben.

Ahmet Hakan sen çok yaşa!

Bizim sektör ilginçtir. Dostluklar kadar mesleki kıskançlıklarla beslenir. Fikir ikliminde, düşünceyle iş yapılan bir sektör olduğundan “kimin daha akıllı, kimin daha yetenekli, kimin daha cesur” olduğu, hep bir kıskançlık meselesidir.

Şimdi Ahmet Hakan için de “efendim o yeterince cesur değildi, geçmişte de şunu yazmıştı ya da yazmamıştı…” bir sürü saçmalık içeren hem de meslektaşlarının yazdığı yazılar okuyabilirsiniz, okuyacaksınız da.

ozlem-gurses-sli-2

Geçelim hepsini !

Benim açımdan Ahmet çok iyi gazetecidir, tartışmasız iyi yazardır, usta bir televizyoncudur. Onun kaburgalarını kırmış olabilirler, dert değil, kalemi kırılmasın yeter ki… Herkese düşen bu şiddet iklimini yaratan, insanları gece karanlığında İstanbul caddelerinde gizli arabaların içinde evlerine kadar takip edip sokak ortasında saldıranları üretenleri lanetlemek olmalı !  Hepimiz “adalet”in işini yapmasını sürekli ve hiç vazgeçmeden talep etmeliyiz.

Canım anneannem ne güzel söylerdi “ölümden öte köy yok” diye.

Yargılanmaktan korkan, kendi vatandaşına hesap veremeyen, saraylara saklanan, maaşlı trol sürülerini üzerimize salanlardan mı korkacağız? Hadi be!

Duvar: Bir Roger Waters filmi

Semboller her zaman kelimelerden daha güçlü, en güçlülerinden biri de şüphesiz; duvar. İlk gençliğim en asi hallerinin kült müzik grubu Pink Floyd’un da unutulmaz albümü: The Wall.

Geçtiğimiz salı akşamı tüm dünya ile  aynı anda son dönemlerin en çok beklenen filmlerinden biri The Wall’ı özel bir gösterimde izledik. Film, tüm  dünyada “tek gösterim” yaptı, 29 Eylül akşamı toplam 2700 salonda gösterildi. İki saati geçen film Roger Waters’in çocukluk travmaları üzerinden 1979’un efsane albümü The Wall’ın ve sahne şovunun nasıl ortaya çıktığını bir yol hikayesi kurgusu içinde anlatıyor.

Rogers Waters, Dünya Savaşları sırasında ölen dedesinin ve  babasının mezarlarını 72 yaşında hayatında ilk defa ziyaret ediyor. Bu yolculuk boyunca elinde dönemin en çarpıcı Dünya Savaşı romanı “Fear / Korku” var. Gabriel Chevalier’in romanı Dünya Savaşları’ndan kahramanlık hikayeleri devşirildiği bir dönemde, ilk kez “korkuyu” ve “cephedeki vahşeti” anlatan diliyle büyük yankı uyandırmıştı.

ozlem-gurses-sli-3

Waters, iki nesildir taşıdığı “ölüm” ve “savaş” travmasını gerçek bir yolculuk üzerinden aktarırken düşünmeden edemiyorum : bu büyük acı nasıl da inanılmaz bir başarı hikayesine dönüşmüş, hem müzikal hem de ticari olarak. Müzik endüstrisi tarihinde 250 milyon albüm satışıyla rekor rakamlara ulaştı Pink Floyd. Benzer şekilde en yüksek konser seyircisi sayısına ulaşan müzisyen de 2010 – 2013 tarihleri arasında solo şovları ile Roger Waters.

Waters savaşta ölen dedesini hiç tanımamış, babasının İtalya’da ölüm haberi geldiğinde ise çok küçükmüş. Bir sahnede tüm çocukluğu boyunca nasıl aynı rüyayı sürekli gördüğünü anlatıyor : “küçük bir çocuk olarak babamı öldürdüğümü görüyordum hep, onun katili olduğumu.. “

Neredeyse hiç tanımadığı bu iki adamın, dedesi ve babasının “savaş ve ölüm” hikayelerinin Roger Waters’i nasıl öfkeli ve depresif bir adama dönüştürdüğünü görebiliyorsunuz. Repliklerden bir cümle çok etkiledi beni : “Sence ben korkak mıyım?” diye soruyor Waters; “Hayır, sadece çok mutsuzsun…”

Bu arada not düşelim, Waters bu gösterimden sadece bir hafta önce 10 yıl birlikte yaşadığı ve 2 yıl önce evlendiği film yapımcısı olan eşi Laura Durning’den boşandı.

Filmin sonunda Pink Floyd’un unutulmaz davulcusu Nick Mason ile Roger Waters’in  internet üzerinden gönderilen soruları yanıtladıkları bir bölüm var. Aslında pek yanıt veriyorlar denemez, daha çok karşılıklı sohbet ediyorlar, üstelik çok da sevimli! Hatta filmin yüzünüzü güldüren tek sahnesi.

Sorulardan biri de şu: “Kişisel duvarlarınızı yıkabildiniz mi?”

Peki siz ? Siz yıkabildiniz mi?

ÖLÜM ve ADALET

İyi yaşamak kadar iyi ölmek de herkesin hakkı.

Geçen hafta tüm gazetelerde bir haber dikkatimi çekti: Eski Bakan Muammer Güler’in en küçük kardeşi kalp krizinden vefat etmiş, cenazeye kendi partisi AKP dahil siyasetten bir kişi bile katılmamış.

Bu haberi görünce aklıma Kenan Evren’in vefatı üzerine yazılıp çizilenler geldi, siyasetçiler yine “protesto” ederek cenazeye katılmamış, sosyal medyada herkes nefret kusmuş, gazeteler çok ağır manşetler atmışlardı.

Anladık, her iki isim de kamu vicdanında hüküm giymiştir. Elbette benimkinde de. Ama doğrusu ölüm karşısında istinasız herkesin hiç değilse bir “sessizliği” hak ettiğini düşünüyorum ben. Bir de şu var; bu iki isim için de bu memleketin tüm yargılama ve adalet mekanizmaları mevcuttu. Kenan Evren oldukça uzun bir ömür yaşadı, Muammer Güler hâlâ hayatta.

Geçmişte Nuh Gönültaş Bugün gazetesindeki köşesinde ülkesinden uzaklarda vefat eden büyük sanatçı Leyla Gencer vasiyetine uygun biçimde yakılıp külleri İstanbul’a geldiğinde “küllerinizle Boğaz’ı kirlettiniz” diye yazmıştı. O zaman da büyük acı hissetmiştim. Ölüme saygısı olmayanlar yaşamı ve yaşamın vazgeçilmez değerlerini nasıl savunacak?

Şimdi bu cenazeleri “protesto” eden siyasetçilere soruyorum : niye yargılamadınız bu isimleri, niye yargılamıyorsunuz ?  Yargılayın, yargılayalım, aslanlar gibi hesap soralım, sorulsun. Ama “adaletin ölümle”, ölümün de “adaletsiz bir hınç”la yaşanması ne yazık ki kimseye, demokrasiye, özgürlüklere hiçbir katkı sunmuyor.

Kategoriler

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir